Bir kez daha Yahudiler ve İsrail üzerine

Yıllar önce İsrail ve Yahudilerle ilgili bir yazı kaleme almıştım. Anti-semitik duyguların yoğunlaştığı bugünlerde, yazıyı bir kez daha aktarma zorunluluğunu duydum.
Genel geçer bir yargı egemendir Müslüman ve de Hıristiyan dünyada…  “Dünyadaki kötülüklerin kaynağı Yahudilerdir” diye… Biraz daha kibarları yani ırkçı olmayanlar, Yahudilik yerine Siyonizm demeyi tercih ederler.
Gerçekten böyle midir? Bugünkü İsrail’in uygulamalarına bakıldığında, bu kanıyı güçlendirecek durumlar apaçık karşımıza çıkıyor.
Bombalar, füzelerle insan kıyımı, her gün öldürülen Filistinli çocuklar, ekranlarımızda boy gösteriyor. Lübnan yerle bir ediliyor, siviller acımasız savaşın acınası kurbanları olarak karşımıza çıkıyor. ( Lübnan yerine Gazze diye okuyabilirsiniz.)
Bu kadar şiddete hangi duygu, hangi düşünce, hangi uygulama yol açabilir? Filistin-İsrail sorununu doğru anlayabilmek için tarihi yeniden okumakta yarar var. Çünkü tarih, yalan söyleyeni utandırıyor!
İlk kutsal kitap Tevrat’ta anlatıldığı gibi Firavunların zulmü nedeniyle Musa önderliğinde “Ben-i İsrail Kabilesi” Mısır’dan göç ediyor.
Musa ve arkadaşları, 40 yıl süren uzun yolculuğun sonunda bugünkü topraklara geliyorlar. Aslında ilk insan yerleşimlerinden biri Kudüs’ün yakınında Eriha’dı.
Yerli halkla kaynaşan Yahudi nüfus, uzun yıllar bu bölgede yaşıyor. Ancak, bu bölge çeşitli defa istilaya uğrayarak yakılıyor, yıkılıyor.
Yahudi halkı, dünyanın dört bir tarafına dağılıyor. İşte yaklaşık 2 bin yıl sürecek olan bu göç sırasında Yahudiler yeryüzünün her bölgesinde büyük zulüm görüyor.
Aslında Yahudi düşmanlığının kökeninde Hıristiyan Avrupa’nın olduğu, genel kabul gören bir yargıdır. Kudüs’ten Avrupa’ya göç eden Yahudiler, İsa’yı ihbar ettiğine inanan Hıristiyanlar tarafından Avrupa’nın her köşesinde aşağılandılar. En kötü işlerde çalışıp, en berbat koşullarda yaşamaya başlayan bu kavme, Avrupa’nın çingeleri gözüyle bakılıyordu.
Kent varoşlarında tefecilik yapan Yahudiler, sıradan Avrupalının nefretini arttırıyordu. Ama derebeylik yıkılıp, zenginlik kentlere akmaya başlayınca durumlar değişti. Kapitalizmin doğuşu ve paranın tanrılaşmasıyla birlikte, “yükte hafif, pahada ağır” şeylere sahip olan Yahudiler zenginleşmeye başladı.
Birinci kuşak Yahudiler’in kötü işlere bulaşmasının ardından ikinci kuşak Yahudiler tüccar, doktor, avukat gibi en önemli mesleklere sahip oldular.
Avrupa’nın yerleşik halkları bu kez, “dünkü Yahudi, bugün bizi yönetmeye başladı” diye nefretlerini arttırdılar.
Bu nefretin üzerine Naziler de, “uygarlıklar yüzyılı” diye adlandırdıkları yirminci yüzyılda Yahudilere soykırımı gerçekleştirdiler. Sırf Yahudi olduğu için milyonlarca insan fırınlara atıldı, diri diri yakıldı. Türkiye nüfusunun 20 milyon olduğu o yıllarda Avrupa’da 7 milyon civarında Yahudinin yok edilmesinin ne anlama geldiğini düşünebiliyor musunuz?
İsrail İşçi Partisi’nin eski Lideri Ehud Barak, milyonlarca insanın yok edilmesine isyanını, anımsayabildiğim şu sözleriyle dile getiriyor: “Sırf Yahudi olduğu için milyonlarca insan yakılırken insanlar seyretti. Bizim dünyaya ödeyecek borcumuz kalmadı.”
Gelelim bugüne… Artık, İsrail Devleti’nin varlığını kabul ederek, bir çözüm düşünmek gerek. Yıllar yılı Araplar ve İslam dünyası, İsrail devletinin varlığını hiçe sayan bir politika izlediler. Bunun çözüm olmadığı ortaya çıktı.
Ulus devlet çağında kendilerine toprak arayan Yahudiler, yaklaşık yüz yıl önce İngiliz hükümetinin de desteğiyle Filistin topraklarına yerleşmeye başlamıştı. Birleşmiş Milletler tarafından tanınarak bağımsız bir devlet kurmalarının üzerinden ise 50 yıldan fazla zaman geçti. Ortada fiili bir durum var. Araplar, amcalarının oğlu olan Yahudilerle anlaşmalı, Ortadoğu’da barış egemen olmalıdır.
İsrail ile Filistin arasındaki çözülemeyen en büyük sorun Kudüs’ün statüsüdür. 1991’de Clinton’ın girişimleriyle bir araya gelen Yaser Arafat ile Ehud Barak’ın Oslo’da yaptıkları zirvede, çözülemeyen kilit sorun da buydu.
İki bin yıl önce atalarının terk ettikleri toprakları Araplardan satın alarak, Hazreti Süleyman’ın tapınağının (ağlama duvarı) olduğu Kudüs’e yerleşme isteği her Yahudi’nin düşüdür.
Yahudi inanışına göre Kudüs’te, bizim Falih Rıfkı’nın bir romanına da konu olan “Zeytindağı”ndaki mezarlıkta yatanlar kıyamet gününde ilk dirilecek olanlardır.
Öte yandan Kudüs, İslam dünyası açısından da vazgeçilemez bir mekândır. İki önemli İslam mabedi bu şehirdedir. Hıristiyanlara göre de çok önemli bir şehirdir Kudüs. Hazreti İsa’nın çarmıha gerildiği ve mezarının bulunduğu yerdir bu şehir. Yüz binlerce müridi olan Bahaullah’ın mezarı da buradadır.
Bu kent için düşünülmesi gereken tek çözüm, yönetimin uluslararası bir güce bırakılmasıdır. Küreselleşme çağında nasıl ki, yağmur ormanları ortak malımız ise Kudüs de insanoğlunun evrensel mirası olarak bu statüde görülmelidir.
Çözüm barıştan, demokrasiden, insan haklarından gelecektir. Şiddetin karşı şiddeti doğuracağı görülmüştür.  Her iki halk da şiddete başvurmadan bir çözüm noktasında buluşmalıdır.
Yoksa, bugün Filistin’den Lübnan’a sıçrayan kıvılcım nasıl ateşe dönüştüyse, yarın daha büyük yangınlara yol açacak kıvılcımlar bütün Orta-Doğu’yu bir cehenneme dönüştürebilir.
Unutmayalım ki, ikinci dünya savaşında 7 milyon insanını kaybeden Yahudiler, yaşadıkları son toprak parçasını, “nükleer silahlarının son damlasına” kadar savunacaklardır.